Kur’an’dan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-3

Ahiret Âlemlerinin Tabakaları

İnsan, ölümden korkar. Bu yüzden onu öldürebilecek veyahut onu öldürmese de ona acı çektirecek bir nesne veyahut kişiden de korkar. Maddi acı, gelip geçicidir. Asıl acı, devamlı olan manevi acılardır. Manevi acılar, hayatı azaba çevirir. İşte bir insan için asıl korku verici, maddi ve manevi ölümü veyahut en azından maddi ve manevi acıyı tattırıcı olandır. Çünkü bir insan vicdanı, maddi acı ve ölümden çok korksa da, eğer kurtuluşu olmayacak bir şekilde bunlara düçar olursa, şöyle kendini teselli eder: “Nasılsa ruhum ölmüyor. Bedenim acı çekse de, ölünce o acı biter. Yeter ki ruhum sağlam kalsın.” İnsan bu teselli ile en ağır sıkıntılara ve acılara bile katlanabilir. Fakat bir düşman ki, maddi ve manevi ölümü verebilse, maddi ve manevi her türlü acıyı tattırabilse, değil bedenin ve nefsin ölümünü ve parçalanmasını ruhu ve maneviyatı da parçalayabilse işte en büyük, en şiddetli, en tehlikeli ve en dehşetli düşman odur. Böyle bir düşmanın eline düşmek, ondan kurtulamayacak şekilde onun avucunda kendini bulmak bir insan için en büyük acı ve korkudur. Bunun şiddetini hisseden bir insan, çıldırır. İşte düşmanlığı en büyük ve en acı olan, Allah’tır. Onun öldürücü eli, maddeye de manaya da uzanır; onun kahredici kılıcı bedeni de ruhu da parçalar. Onun düşmanlığını, gazabını, gayzını ve buğzunu kendine celbeden ve bunda son sınırlara gelen birisi için hiçbir teselli ve dayanak noktası kalamaz ve bulunamaz. Bu noktaya binaen Kendisinden gerçek manada korkulmayı hak eden, yalnızca ve yalnızca Allah’tır. O, enfüsî ve âfâkî bütün sebepleri kullanarak dostluğunu ve muhabbetini gösterdiği ve hissettirdiği gibi gazabını, hiddetini, öfkesini ve gayzını da her şeyle gösterir ve hissettirir; kişiye dünyayı cehenneme çevirir.

Nasıl Âhiretin cemal boyutu olan Cennet’te, maddi zevk ve lezzetler son seviyeleriyle yaşanılır; Saadet-i Ebediye’de bu maddi zevk ve lezzetlere manevi, kudsî, külli zevk ve lezzetler de eklenir. Aynen öyle de Âhiretin celal boyutu olan Cehennem’de, maddi elem ve azaplar son seviyesiyle yaşanıldığı gibi Şekavet-i Dâime’de de, bu maddi elem ve azaplara manevi, küllî ve daimî elem ve azaplar da eklenir. Bu yüzden Hud suresi, 106-108. âyetleri arasında, “Sâid” leri (mutluluğu elde edenleri) anlattığı yerde, “Şakî” leri de (mutsuzluğu yaşayanları) anlatır. Saîdlere, müjde olarak cennetten çıkışın olmadığını ve nimetlerin kesintisizliğini müjdeleyerek saadetin hakiki saadet oluşuna garanti verirken; ehl-i şekavetin “Derin derin içli solumalarını, manevi acılarla inlemelerini” beyan eder. Fakat yine de onlara bir rahmet kapısını açık bırakır ve cehennemin onlar için sonlandırılabileceğinin imkânını ve ümidini verir. “Şakîler, yerler ve gökler durdukça ateşte kalacaklar. Allah’ın diledikleri hariç… Allah dilediğini yapandır” der. Yani Cehennemin derin tabakalarına gidenlere de Allah kapıyı açık bırakıyor. Üstad Bediüzzaman Said Nursi 11. Şua isimli eserinde “Bir meyvesi Cennet ve biri saadet-i ebediye ve biri rüyetullah olan iman şecere-i kudsiyesi…” der. Bu bilgi ışığında şöyle diyebiliriz:

“Âhiret, cemal boyutuyla üç tabakadır:

a) Ehl-i Cennet

b) Ehl-i Saadet

c) Ehl-i Rü’yet

Âhiret, celal boyutuyla da yine üç tabakadır:

a) Ehl-i Cehennem

b) Ehl-i Şekavet

c) Ehl-i Ama’

Âhiretin cemal yönünü görenler, o âlemden asla çıkmayacaklar. Fakat Âhiretin celal yönünü görenlerden Hud suresindeki âyetin işaretine göre ilk tabaka olan ehl-i cehennemin, ki maddi günahlar işleyenlerdir, tamamı âlem-i celalden çıkacaklar. İkinci tabaka olan ehl-i şekavetten, ki bunlar maddi günahlarına dalâlet ve bâtıl fikir gibi manevi günahları da eklemiş olanlardır, bir kısmı yani Allah’ın diledikleri kadarı da âlem-i celâlden çıkacaklar. Fakat büyük çoğunluğu orada ebedî kalacaklar. Çünkü bir grubun “bazıları”, o grubun %5 veya %10’luk oranda az bir grubunu teşkil eder. Son tabaka olan ehl-i ama’ (her cihetten körler), ki bunlar münâfıklardır, bunların affına imkân yoktur. Tevbe suresi 80. Âyet “İstağfir lehum ev la testağfirlehum in testağfir lehum seb’îne merraten fe-len yağfirallâhu lehum zâlike biennehum keferû billâhi ve resûlihi vallâhu lâ yehdi’l-kavme’l-fâsıkîn” (Onlar için istiğfar etmen veya etmemen birdir. İstersen 70 defa onlar için istiğfarda bulun Allah onları hiçbir surette affetmeyecek. Çünkü onlar Allah ve Resûlünü yalanladılar. Allah, fâsık bir kavmi hidayete erdirmez. ) Münâfikun suresi 6. Âyet de “Len yağfirallâhu lehum” diyerek aynı manayı destekler. Dikkat edilirse, münâfıklar için “Len yağfir” diyor. Arapça gramerine göre “Len” gelecek zamana bakan olumsuzluk edatlarıdırlar. “Len”, Arapça gramer kitaplarında geçtiği üzere, gelecek zamana dair bir hükmü mutlak manada olumsuzlaştıran yapısıyla bir iş imkânsızlaşmışsa, olumsuzluk % 100 kesinlik kazanmışsa kullanılır. Bu çerçevede münafık olarak ölen biri afva kabiliyetini kaybetmiş demektir.

Âfâkî Şer Merkezleri ile Enfüsî Şer Merkezleri İlişkisi

Felak suresi, “âfâkî şerr”e bakarken, Nas suresi “enfüsî şerr”e bakar. Âfâk ile enfüs arasında devamlı bir münasebet vardır. Enfüsî şerrin sebebi, kaynağı ve besleyicisi, âfâkî şerdir. Bir kişi kendi nefs ve ene’si ile mücadele ederek enfüsî şerrin bütün kapılarını kapatabilir. Fakat âfâkî şer odakları, o kişinin uyuttuğu, susturduğu veyahut öldürdüğü o şer kapılarını açmaya teşebbüs ederler ve ısrar neticesinde de açabilir ve uyandırabilirler. Bu yüzden Allâhu Teâla, asıl şer merkezinin âfâk olduğunu, hem âfâkta bulunan şeytan olduğunu, hem âfâkî şerrin daha tehlikeli olduğunu, hem asıl takvanın âfâkî şerden kaçınmak olduğunu bildirmek ve hissettirmek için önce Felak suresini, sonra da Nas suresini bütün Kur’an okuyucularına okutturuyor. Tâ ki, uyanılsın ve Ona daha bir sığınılsın.

Hakikat Ağacı ve Peygamberler

Hakikat, bütün irfan ehlince “ağaç” ile sembolize edilir. Bu cihetten müşahede ehli ârifler, gayb ve misal âlemlerinde, hem kısmen kâinatın işleyiş tarzında Hakikati, “Vücûd” (varlık) toprağına kök salmış bir ağaç olarak görmüşlerdir. Her bir nebi, kendi miracında bir Hakikat Ağacı olarak İlâhî nuru görür, Onunla konuşur ve Ondan haber getirir. Bu ağaç gerek o nebinin yapısından dolayı gerekse başka sebeplerle o nebinin yetiştiği bölgenin bir ağacı olarak temessül eder. Bu yüzden Hakikat Ağacı, Mısır'da yetişen Hz. Musa (AS) için, "zeytin"dir. (Mu'minun suresi, 20) Mezopotamya'da yetişen Hz. İbrahim (AS) için, “tîn” (incir) dir. Arabistan'da yetişen Hz. Muhammed (ASM) içinse “Sidre” (Arabistan kirazı)dır. Hz. Musa (AS), Tûr-u Sîna'da yanan bir zeytin ağacı görür. Hz. İbrahim (AS), beled-i emîn olan Mekke'de, incir ağacı görür. (Tin suresi, 1-4) Hz. Muhammed (ASM) ise, Kudüs'te Arabistan kirazı temaşa eder. (Necm suresi, 14) İncîr, bütün âriflerce " hayat " ve “teslimiyet” in sembolüdür. Zeytin, " ilim", “nur” ve “emniyet” hakikatinin simgesidir. Arabistan kirazı ise, " rahmet " ve “ihsan” ın sembolüdür. Bu tesbitlerin kaynaklarını görme sadedinde A'la suresine, Üstad Bediüzzaman'ın 8. Sözü'ne ve Kur'anın ilim-rahmet-hayat temelli olarak her şeyi ele alışına bakılabilir. A'la suresi, Hz. Musa'nın ve Hz. İbrahim'in (Aleyhimesselam), Hakikat Ağacı'ndan getirdikleri bir kısım haberleri bildirmektedir. Bunların suhuf-u İbrahim ve Musa'da (Aleyhimesselam) bulunduğunu söyler. Hem 8. Söz, aslı Hz. İbrahim'in (AS) suhufunda bulunan ve incîr ağacı merkezinde kâinat-insan-din bağlarını açan bir temsili ele alır ve izah eder. (Fihrist Risalesi, 8. Söz'ün Fihristi)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum