Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Molla Said ve Kâinat Kitabı!

Molla Said-i Meşhur, Aladağ Yaylası sâkinleri kendisini gözden kaybettiklerinde güzergâh tasavvuru ile meşguldü. Korkmasa da Şerif Bey'in endişelerine hak veriyordu; emniyetli, tehlikelerden uzak bir yolculuk yapmadığının farkında idi. Hiçbir hücum ve taciz tehlikesi olmasa bile içinde bulunduğu çetin coğrafyada yalnız olmak başlı başına bir tehlike idi. Bir uçuruma yuvarlanabilir, tökezleyip bacağını kırabilir, bir krater çukuruna düşebilirdi. Bütün bu ihtimallere rağmen kalben müsterihti, rahattı. Şerif Bey ve arkadaşlarından her adımda biraz daha uzaklaştığını bilmenin hüznü de yakasından düşse büsbütün keyiflenecekti.

Van'da oyalanmaya niyeti yoktu. Günlük yorgunluk atma molalarının dışında ilk soluğu Vestan'da, Molla Muhammed'in yanında almak istiyordu. Orada birkaç gün takılıp hasret giderdikten sonra Bitlis'e geçmeyi düşünüyordu. Talebe olarak ayrıldığı bu topraklara, icazetli bir hoca olarak dönmenin sürurunu zaman zaman yaşasa da daha çok, mesuliyet almış olmanın ağırlığını hissediyordu.

Bu yüksek dağ ve yaylalarda hâlâ baharın gecikmiş yeşil saltanatı devam ediyordu. Her türden kuş cıvıltısının karıştığı böceklerin cızırtılı korosunu, hafif bir rüzgâr dalgalandırıp duruyordu. Omuzunda pösteki, sırtında heybe, koltuğunun altında askılı bir bez torbada Delailül Hayrat vardı. Bütün itirazlarına rağmen Şerif Bey, heybeyi ağzına kadar yol azığı doldurtmuştu. Kendisini Van'a götürebilecek kadar ekmek, kavurma, peynir, soğan, salça ve acı pul biber... Bu vaziyette mecbur olmadıkça köylerde konaklamasına gerek kalmayacaktı.

Esasen artık gıdaları yemeyi terk ile bir takım ot ve bitki kökleri ile tam bir riyazete girmeye niyetlenmiş, bu yolculuğu da fırsat olarak kullanmayı düşünmüştü. Yazık ki, Şerif Bey, bu niyet ve arzusuna da çelme takmış, İşrakiyyun hükemasının riyazetlerini tecrübe etmesini erteletmişti. Heybesi bu kadar dolu olmasaydı, yabanî meyveler, pancar ve bitki kökleri ile bu yolculuğu iyi bir riyazete çevirmiş olacak, beden için yıkıcı gibi görünen bu riyazetin beynini ve düşünce melekesini ne seviyede inkişaf ettirdiğini, çalıştırdığını tecrübe etmiş olacaktı. Herhalde ilk fırsatı beklemesi gerekiyordu.

Attığı her adımda kaçışan onlarca küçük hayvanın, uçuşan kelebeklerin, bir deliğe sığınmaya çalışan sürüngenlerin, yuvasından uzaklaştırmaya çalışan kuşların dünyasında derin düşüncelere dalıyordu. Toprak, üstündekilerle birlikte gözlerine büyük, beliğ ve hârika bir kitab gibi görünüyordu. Her varlık bir harf, bir kelime, bir cümle, bir kitab gibiydi. Hepsi de bir Kâtibi gösteriyordu. Aklı ve şuuru mânâsız tek bir harf, tek bir harekeye tesadüf etmiyordu.

Bu büyük kitabı okumanın feyzi, medresede okuduğu kitabların feyzinden çok daha parlak, çok daha aydınlıktı. Bilgiden maksad Allah'ı bulmaksa, hiçbir kitab bu kadar açık bir şekilde O'na götürmüyordu.

Bu ıpıssız coğrafyada, bir sırtta, bir tepecikte üst üste konmuş üç taşı görse kendisini bir çobanın fiil ve varlığına götüren zihni, keskin bir kıyasla karıncanın küçücük muntazam vücudu ile Allah'a götürüyordu. Gülümseyen küçük bir çiçek, sesinin bütün güzelliğiyle şakıyan kuş, ıslıklayan kır yılanı, "Allah!" diye bağırıyordu.

Küçücük bedeninde öldürücü bir zehir ile dünyanın en tatlı gıdası balı üreten arıların çokluğu tefekkürünü büsbütün derinleştiriyordu. Mazhar olduğu ilhamın yüksekliği karşısında yüksek sesle, "Subhanallah, Allahuekber!" diyordu.

Bir mola anında yanı başında büyükçe bir ağı bir mühendislik dehası ile duraklamadan, tereddüd etmeden, harika bir ölçü ve muvazane ile örmekte olan böceği dakikalarca seyretti.

Küçücük hayvan, ağını bitirdikten sonra bir avcı gibi kendisi için hazırladığı zulaya yatmış, ağa takılacak sinek ve kelebekleri beklemeye koyulmuştu. Bu küçücük hayvana, bu avlanma maharetini, ağ yapma marifetini kim öğretmiş, kim küçük gövdesini ağ ipliği fabrikası olarak yapmıştı? Bu küçük mahlûk, uçan sinek ve kelebekleri böyle avlayabileceğini kimden, nasıl öğrenmişti? Sinek yiyerek yaşayabileceğini nereden, nasıl öğrenmişti? Sinek ile onun midesi arasındaki irtibatı kuran kimdi? Aklına Ankebut Suresinden "Allah’dan başka varlıkların korumasına sığınanların durumu, örümceğin durumuna benzer: Örümcek, (ağını) kendine bir yuva edinir, ama yuvaların en çürüğü de örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" diyen âyet geldi. Kendisinden başka tek bir insanın görünmediği bu hali yerde, avaz avaza "Allah!" diye haykırdı.

İlk günün akşam saatlerinde, yanı başında asırlık meşe ağaçları bulunan bir çeşmeye vardığında geceyi orada geçirmeye karar verdi. Önündeki zorlu dağı aşabilmesi için hem dinlenmeye ham aydınlığa ihtiyacı vardı. Gecenin karanlığını gümüşî bir aydınlığa çeviren dolunaya rağmen, bu sarp dağda ilerlemesinin tehlikeli olacağı açıktı.

Üç metre kadar boy attıktan sonra, gövdesinden çıkan dört dal ile yükselen ağacın kalın dalları arasında kendisine çardak gibi bir menzil yapıp geceyi orada geçirebileceğini düşündükten sonra abdest tazeleyip ikindi namazını kıldı. Sonra ötede beride bulduğu kuru ama kereste gibi kullanabileceği dallarla tek gecelik menzilinin iki metre karelik zeminini inşa etti. Kaymasın diye kuru dalları sarmaşıklarla örüp ağacın dallarına bağladı. Üstüne birkaç kucak taze ot yaydıktan sonra da pöstekisini serdi. Heybesi ve Delailül Hayrat'ı yanı başına astı. Sonra ağacın altına inip insanın varlığından haber veren bütün iz ve kalıntıları sildi. Ağacın üzerindeki küçük menziline son defa çıktığında doğu cephesindeki dağın yamacını aydınlatan güneş ışıkları da hızla kayıp gidiyordu.

Akşamın henüz bastırdığı saatlerde suya inen hayvanları seyretti. Kurt ve çakallar suya erken inmişlerdi. Kokusunu hisseden yaşlı bir kurdun ağacın altına kadar gelmesini derin bir sessizlikle takib etti. Ağaca tırmanamayacaklarını biliyordu ama gecenin büyüleyiciliği bozulsun istemiyordu. Suyun başından ayrılan sürüyü takibe mecbur kalan kurt, bir iki hırıltı çıkararak ağacı terk ettiğinde derin bir nefes aldı.

Onları birkaç tilki takip etti, sonra kalabalık bir yaban domuzu sürüsü homurtu ve gürültülerle suyun başına yerleşti. Dört kişilik bir ayı ailesinin tacizine dayanamayıp suyun başını terkeden domuzlardan sonra çevik hareketleri ile Molla Said-i hayran bırakan bir dağ keçisi sürüsü ürkek hareketlerle suyu eğilip doyasıya içtikten sonra geldikleri gibi gözden kayboldular...

İlerleyen saatlere kadar uyumadı. Dolunayın gümüş aydınlığıyla çiğ düşmüş görüntüsü kazandırdığı dağları, tepeleri, vâdileri seyretti. On metre kadar aşağısında akan suyun küçük şırıltılarını, gece kuşlarının ötüşlerini dinledi.

Üşüyeceğini hissedince doğrudan otların üzerine uzanıp pöstekiyi üzerine aldı. Bir müddet sonra da ağacın yaprak hışırtıları, suyun şırıltıları ve ormanın büyük uğultusu arasında uykuya daldı.

Şafaktan önce ötmeye başlayan keklik sesleri ile uyandığında hafifçe terlediğini farketti. Halbuki ortalık buz kesmiş gibiydi. Eşyalarını toparlayıp ağaçtan indi. Batmaya yüz tutmuş olan ayın zayıf aydınlığında abdestini alıp yola koyuldu. Vakit girdiğinde namazını eda edip devam edecekti.

(Kutub Yıldızı romanından)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum