Risale-i Nur Ders Notları-44: Tevhid, Hikmet, Hâkimiyet, Sebepler ve Te’sir

Esmaü'l-Hüsna'dan Hâkim ismi, kâinattaki nizam ile kendini gösteren muazzam bir tevhid penceresidir. Çünkü hâkimiyet, kendini kanunlarla gösterir; nizamı kanunlarla sağlar. İlâhî kanunlar, zerrelerden kürrelere, ezelden ebede, mekandan zamana kadar sayısız boyutlarda hükmünü gösterirler. Her şey kendisine tayin edilen kanunlarla bir varlık ve hayat sergiliyor. Aynı tür ağaçların aynı zamanda çiçek açmaları, aynı zamanda meyveye durmaları, meyvelerinin aynı vakitte olgunlaşması bir kanuna tabi olduklarını net olarak göstermektedir. Aynı yere yumurtlamak için binlerce kilometre yol alan somonlarda, hayatlarını devam ettirmek için sürekli göç eden kuşlarda da bu kanunu görüyoruz. Atomda geçerli çekim yasasının, güneş-dünya arasında, galaksi merkezi ile güneş arasında, bütün kâinatla samanyolu arasında da geçerli olması İlahi kanunların bütün mekanlara hükmettiğini gösterir.

Hâkimiyet hakikati, mutlak olmasıyla, ıtlakın sırrı olan istila edicilikle, ikinci bir hâkimiyete ve hükmedici iradeye yer bırakmaz. Çünkü bir hakikat varsa, ıtlak hakikati de vardır. Itlak hakikati varsa, onun da hakikatli ve zâtî hali vardır. Zâtî ve hakiki bir ıtlak ise, karşı konulmaz şekilde her şeyi istilası altına alır. İstila, Arapça'da istivlâ kelimesinin okunuş halidir. İstivlâ ise, bir şeyi yönetimi altına almayı isteme demektir.

Bu çerçeveden bakıldığında, her şeyden bağımsız olarak var olan mutlaklık, her şeyi yönetimi altına alır. Bu çerçevede ıtlak, Zât-ı Akdes'in en has bir sıfatı olup Samediyetin bir sırrıdır. Bütün İlâhî sıfatlar ıtlak ile hakikatlerini bulurlar. Bu şekilde, hâkimiyet de mutlakıyeti gereği, ikinci bir hâkime yer bırakmaz. Bu cihetten hâkimiyet şirke öz yapısı olarak mani olan bir özelliktir. Âciz insanların dahi fâni hâkimiyetlerini muhafaza için en değerli yakınlarını kurban etmeleri gösteriyor ki hâkimiyet, ikinci bir irade ve hâkime müsaade etmez. Rakip kabul etmez. İnfirad ister. Câhil, âciz, ölümlü kullardaki gölge tarzı hâkimiyet böyle izzetli ise, kudreti zâtiye, ilmi muhit, iradesi nâfiz, ölüm kendisine muhal bir Zât-ı Mutlak’ta hâkimiyet kendini ceberutiyet-i mutlaka boyutuyla sergiler; şirkin ihtimalini dahi imkansızlığa gömer. (Şualar, 7. Şua, 2. Makam, 4. Hakikat)

Kâinat ve insan, Kur'an’ın ilk âyeti ile okunması gereken iki kitaptır. Alak suresi ilk "İkra" emri ile, insanın okunmasını emrediyor. Çünkü şuurlu insan hayatında hikmet-i İlahiye daha ayan ve kolay anlaşılır mahiyettedir. İkinci "İkra" emri ise, kâinatın okunmasını emrediyor. İkinci oku emrinden sonra kalemle ilim tahsilinden bahsedilmesi gösteriyor ki, insanlar kâinata dair okuduklarını yazıyorlar. Oysa insanlar asıl kendi hilkat ve fıtrat süreçlerini okumalıdırlar.

23. Söz'de Üstad'ın vurguladığı üzere enfüs aydınlanmadan, âfak aydınlanamaz. Kendinde tevhid sikkesini okuyamayan bir kişi, kıyas-ı binnefs sırrıyla her şeye şirk gözüyle bakmaya mahkumdur. "Ben Allah'ın kulu değilim, beni başkası yarattı fakat bütün kâinatı Allah yarattı" diyemez. İnsan psikolojisi bunu kabul etmiyor. Alak suresi, insanın enfüsî tecrübelerini yazmasını emrediyor. İnsan iç dünyasında tevhidi oturttuğunda, kendindeki manevi ve maddi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakı gören biri, âfâktaki maddi acz-i mutlakı ve fakr-ı mutlakı daha rahat görür. Kendindeki cüz'î kudret, ilim, sanat gibi yönlere odaklanan biri kâinata da bu yönden bakacaktır.

İnsanlık dünyası insanın hilkat ve fıtrat sürecini okumada sınıfta kalmıştır. Tarık suresi ila Alak suresi beraber okunduğunda Kur'an insanın hilkat sürecinin ruhtan başladığına, ruhun fizik dünyaya temasa nereden geçtiğine, canlı hücreye nerede dönüştüğüne dair detaylar veriyor. Ruhu bilmeyen kişilerin hilkatin sırrını, insanın yaratılışının manasını bilemeyeceğini vurguluyor. İnsan bilinmeyince kâinatın da varlık sırrı anlaşılmıyor. İnsanın, şuurlu bir göz ve kulakla dış dünya ile muhatap öğrenebilen, ezberleyen bir yapısı var. Yani bir okuyucu… Okuyan kişiye kitap lazım. İşte kâinat, insanın kitabıdır. Din, insan ile kâinat arasındaki bu temel ilişkiyi öğretiyor. Fakat bu kitapla verilen dersleri Allah, kendi sözleriyle tercüme ediyor: Kur'an... Hz. Peygamber (SAV) ise "Ben insanlara hakikati talim eden bir muallim olarak gönderildim" (İbn-i Mâce) diyerek Kur'an ile kâinat kitabını okumayı öğrettiğini bildiriyor.

Kâinat küll ve cüz, bütün ve parça haliyle farklı hakikatleri sergileyerek Allah'a şahitlik ediyor. [Bütünden Parçaya Kadar Her Şey Allah'a Şâhit (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 1. Bab)]

Tevhid hakikatini idrakte sıkıntı olan hususlardan birisi, “iktiran” meselesidir. Şehadet âlemi, sünnetullah âlemidir. Cenab-ı Hakk, nesneleri birbirine sebepler denilen ipler ile bağlamış. Fakat icad noktasında onları illet kılmamış. Aynı sebepler ile sonuçlar hep beraber geldiği için insan zihni, boşlukları doldurarak o sebebi, o sonucun mucidi olarak algılar ve ona illetiyet verir. Buna "iktiran" adı verilir. Fakat sebepler icad edici değildir.

Bediüzzaman Ta'likat adlı kitabında illet ve sebep kavramlarını şöyle açıklar: "İllet, bir konuda mûcib ve müessir olandır. Sebeb ise bir şeye ulaştırıcı vasıta ve vesiledir." Bu çerçevede insan gibi şuur sahipleri, icad hakikati noktasında illet değil, bir sebeptir. Çünkü bir şeyin icadı için gerekli bütün şartların mevcudiyeti icad için makbul bir dua hükmüne geçer. İllet-i hakiki olan kudret, rahmet ve irade-i Rabbaniye ise onu dilerse icad eder. Fakat bir şeyin yokluğu şartlardan bir tanesinin yokluğuna vabeste olduğu için ve insan iradesi de bir şart olduğundan o irade rolünü oynamadığında bir şeyin yokluğu ortaya çıkar. İnsan icadda sebeptir; yoklukta illettir. Mes'uldür. [İktiran, İllet, Sebep ve Tevhid Hakikati (Lem'alar, 17. Lem'a, 13. Nota, 4. Mes'ele)]

Ümmet-i İslam'ın yol göstericileri, üstad ve mürşid zatlardır. Bu zatlara doğru bakış için masdar ve mazhar, menba ve ma'kes hakikatlerinin detaylıca izah edilmesi gerekir. Aksi takdirde birer maneviyat sebebi olan bu zatları maneviyatta iktidar ve tesir sahibi "illet" ve "müessir" ve "müsebbib" gibi algılama ortaya çıkar. Bu durum ise, mana-yı ismî bakışıyla onlara kilitlenmeyi netice verir. Eski ümmetleri ifsad eden bu algıdan kurtulmadan tevhidî bir hayat algısı temin edilemez. [Masdar-Mazhar, Menba-Ma'kes Kavramlarının Farkı, (Lem'alar, 17. Lem'a, 13. Nota, 5. Mes'ele)]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum